Türk milletinin yetiştirdiği en büyük tasavvuf erlerinden ve Türk dili ve edebiyatı tarihinin en büyük şairlerinden biri olan Yunus Emre’nin hayatı ve kimliğine dair hemen hemen hiçbir şey bilinmemektedir. Yunus’un bazı mısralarından, 1273'de Konya’da ölen, tasavvuf edebiyatının büyük ustası Mevlana Celalettin Rumî ile karşılaştığı anlaşılmaktadır; buradan da Yunus’un 1240'larda ya da daha geç bir tarihte doğduğu sonucu çıkarılabilir. Bilinen hususlar onun Risalet-ün-Nushiyye adlı eserini 1308 yılında yazmış olması ve 1321 tarihinde vefat etmesidir.Böylece 1240-1241 yılında doğduğu anlaşılan Yunus Emre 13. yüzyılın ikinci yarısıyla 14. yüzyılın ilk yarısında yaşamıştır.Bu çağ, Selçukluların sonu ile Osman Gazi devrelerine rastlamaktadır.Yunus Emre’nin şiirlerinde bu tarihlerin doğru olduğunu gösteren ipuçları bulunmakta; şair, çağdaş olarak Mevlana Celaleddin, Ahmet Fakıh, Geyikli Baba ve Seydi Balum’dan bahsetmektedir.
Sarıköylü ve Karamanlı oluşu meselesi hala belli değildir. Yüzyıllardan beri halk arasında yaşayan inanca göre O, Sivrihisar yakınında Sarıköy’de doğmuş,çiftçilikle meşgul olmuş, Taptuk Emre adlı bir şeyhe intisap etmiş, tekkelerde yaşamış ve veliliğe erişmiştir. Anadolu’da on ayrı yerde mezarı ( daha doğrusu makamı ) olduğu ileri sürülen Yunus Emre,halk arasındaki inanca ve bazı tarihi kaynaklara göre Sarıköy’de ölmüştür. Orada yatmaktadır. Bugün, Eskisehir-Ankara yolu üzerindeki Sariköy istasyonu yakininda, Yunus Emre’nin türbesi ve bir müze bulunmaktadir. Yunus Emre Güzel Sözleri Aşk aşıkı şir eder, Aslanı zencir eder, Katı taşı mum eder. * * * Dervişlik baştadır, tacda değildir, Kızdırmak addadır, saçta değildir. * * * İlim, kendini bilmektir. * * * Dağlar nice yüksek ise,yol anın üstünden geçer. * * * Dünyada dertsiz baş olmaz. Derd’olanın ahı dinmez. * * * Cümleler doğrudur sen doğru isen, Doğruluk bulunmaz sen eğri isen. * * * Bu dünyaya gelen gider. Yürü fani dünya, sana gelende gülmüş var mıdır? * * * Eğer bir müminin kalbin kırarsan Hak’ka eylediğin secde değildir. * * * Aklı olan korkmak gerek Nefs elinden, hırs elinden. Nefstir seni yolda koyan, Yolda kalır nefse uyan. * * * Sabır saadeti ebedi kalır Sabır kimde ise o nasib alır. * * * Beni bende demen bende değilem, Bir ben vardır bende benden içeri. * * * Sevelim, sevilelim, bu dünya kimseye kalmaz. ************ Yunus Emre Şiiri Arayı Arayı Bulsam İzini Arayı arayı bulsam izini İzinin tozuna sürsem yüzümü Hak nasip eylese görsem yüzünü Ey sevdiğim (ya Muhammet) canım arzular seni Ali ile Hasan, Hüseyin anda Sevdası gönüllerde muhabbet canda Yarın mahşer gününde hak divanında Ya Muhammet canım arzular seni Yunus meth eyledi seni dillerde Dillerde dillerde hem gönüllerde |
|
Son asırda yetişen, zahir ve batın ilimlerinde kamil ve dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük alim ve ruh bilgilerinin mütehassısı büyük veli. Allahü tealanın emir ve yasaklarını insanlara anlatan ve kendilerine Silsile-i aliyye adı verilen büyük alimlerin otuz dördüncüsüdür.
1865 (H. 1281) yılında Van’ın Başkale ilçesinde doğdu. Babası Seyyid Mustafa Efendi’dir.
Babası Seyyid Mustafa Efendi ve bütün dedeleri, zamanlarının alimleriydi İmam-ı Ali Rıza bin Musa Kazım soyundan olup, seyyid oldukları Irak’taki şer’i mahkeme defterlerinde yazılıdır. Arvasi ailesi, altı yüz seneden beri ilim yaymakla ve en üstün insanlık meziyetlerinde nümune olmakla tanınmıştır. Aile, halk arasındaki ayrılıkları gidermekte, milli birliği sağlamakta büyük vazifeler üstlenmiş ve bunları devam ettiregelmişlerdir.
Ilk tahsilini babasının huzurunda gördü. Daha sonra Arvas’a giderek, yüksek tahsilini, büyük alim Seyyid Fehim Arvasi hazretlerinin huzurunda tamamladı. 1300 hicri sene başında ilm-i sarf, nahv, mantık, münazara, vad’, beyan, meani, bedi’, belagat, kelam, usul-i fıkh, tefsir, tasavvuf, ulum-i hikemiyye yani hikmet-i tabi’iyye (fizik, biyoloji), hikmet-i ilahiyye, riyaziyye (yani matematik, geometri), hey’et (astronomi) gibi zahir ilimlerde icazet (diploma); tasavvufun Nakşibendiyye, Kadiriyye, Küfreviyye, Sühreverdiyye ve Çeştiyye yollarından hilafet aldı. Başkale’de otuz yıl kadar tedris ve irşad ile meşgul oldu. Yani ders okuttu ve insanlara Allahü tealanın emir ve yasaklarını anlattı.
1914 (H. 1332) yılında Birinci Dünya Harbi çıkıp Ruslar Doğu Anadolu’yu işgal edince, Başkale’den hicret edip, Irak’a, oradan Adana, Eskişehir ve 1919 (H. 1337)da İstanbul’a geldi. Eyyub Sultan’da önce yazılı medreseye, sonra Gümüşsuyu Tepesindeki Mürteza Efendi Dergahına yerleşti ve Kaşgari Hanekahı meşihatına tayin olundu. İslam halifelerinin ve Osmanlı Sultanlarının sonuncusu olan Sultan Vahideddin tarafından Medrese-i mütehassısin denilen Ilahiyat Fakültesinde tasavvuf müderrisi olarak 8 Zilkade 1919 (H. 1337) tarihli ferman ile tayin edildi.
Anadolu’da çarpışan Kuvay-ı Milliyenin galip gelmesi için para, mal ve dua ile yardım edilmesi, eli silah tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik ederek çok kimseyi Anadolu’ya gönderdi. Çok yardım yapılmasına sebep oldu. Uzun zaman irşad, vaz ve tedris ile meşgul olup hayatının sonuna doğru İzmir’e gönderildi. Zor şartlar altında Izmir’de kaldığı sırada ihtiyarlığın da verdiği takatsizlikle hastalandı. Ankara’ya getirildi. Ankara’ya geldikten bir kaç gün sonra 27 Kasım 1943 (H. 1362) tarihinde vefat etti.
Ankara’nın kuzeyinde bulunan Bağlum beldesinde defnolundu. Kabri ziyaret edilmektedir.
Çocukları ve torunları
Seyyid Abdülhakim Arvasi’nin üç oğlu ve iki kızı vardır. Kızlarından Şefia Hanım, hicrette Musul’da vefat etti. Enver Medeni de hicret esnasında 1918 (H. 1336)de Eskişehir’de vefat etti. İkinci oğlu Ahmet Neyyir Mekki Üçışık Efendi uzun zaman Üsküdar ve Kadıköy müftülüğü yaptı. Kadıköy müftüsüyken 1967 (H. 1387) yılında İstanbul’da vefat etti.
Üçüncü oğlu Seyyid Münir Üçışık, İstanbul Belediyesinde satış memurluğunda çalıştı. Doğruluğu, çalışkanlığı ve güzel ahlakıyla etrafının sevgisini kazanmıştı. 1979 (H. 1400)da İzmir’de vefat edip Ankara Bağlum’a defnedildi.
İkinci kızı Maide Hanım, eski Van mebusu Seyyid İbrahim’in zevcesiydi. Seyyid Ibrahim Arvas vefat etmiştir. Maide Hanım, Ankara’da damadı Seyyid M. Emin Garbi ve kızı Ümmü Gülsüm hanımefendi ile birlikte yaşadı.
Görünüşü
Seyyid Abdülhakim Arvasi, vücutça gayet mutedil ve kusursuzdu. Buğday tenliydi. Alnı geniş ve açıktı. Kaşları birer hilal gibi olup, kabarık ince ve ölçülüydü. Nur bakışlı gözleri iriceydi. Burnu ahenkli ve normalden büyükçeydi. Yüzü zaifçe olup sakalı sıktı. Bedeni iri yapılı olup, insana mutlak surette hürmet telkin edici bir vakar ve heybeti vardı.
Yaşayışı
Her hali ve hareketi ile İslamiyete uyardı. Çok mütevazi olup; “Ben” dediği işitilmemişti. Çok heybetli ve temkin sahibiydi. Çok misafir severdi. Yardım yapmaktan hoşlanırdı. Ziyaretlere gider, davetlere icabet ederdi.
Seyyid Abdülhakim Arvasi din bilgilerinde ve tasavvufun ince marifetlerinde derin bir derya idi. Üniversite mensupları, fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormaya gelir; sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca, cevabını alır; sormaya lüzum kalmadan o bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi. Teveccühünü, sevgisini kazananlar, sayısız kerametlerini görürdü. Çok mütevazi, pek alçak gönüllüydü.
Ders verdiği camiler
Eyyub Sultan, Fatih, Bayezid, Bakırköy, Kadıköy, Beyoğlu’nda Ağa Camiileri kürsülerinde senelerce ilim neşretmiştir.
Seyyid Abdülhakim Arvasi ayrıca Vefa Lisesi’nde öğretmenlik yaptı. Sultan Selim Camii yanındaki Süleymaniyye Medresesinde, tasavvuf müderrisi (profesörü) iken Er-Riyad-üt-Tasavvufiyye kitabını yazmıştır.
1943 (H. 1362)te Ankara’da vefat etti. Kabirleri Ankara yakınındaki Bağlum kasabasındadır. 1943 (H. 1362)te Ankara’da vefat etti. Kabirleri Ankara yakınındaki Bağlum kasabasındadır.
ESERLERİ:
Tasavvuf hakkında risale büyüklüğünde çeşitli mektupları vardır.
Mevlid okunmasının ve tespih kullanmanın başlangıç ve meşruiyeti hakkında bir risale, Rabıta-i Şerife Risalesi, Sahabe-i Kiram ve Ecdad-ı Peygamberi risaleleri, İslam Hukuku, Keşkul ve Sefer-i Ahiret isimli eserleri, Arabi, Farisi ve Türkçe şiirleri pek kıymetlidir.
Görüşleri
Abdülhakim Arvasi’nin kıymetli görüşlerinden biri şöyledir: “İnsanı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakk’a karşı şirk ve müşrikliktir. İlim ve fen ilerlediği halde, insanlığın ufuklarını sarmış olan fesad karanlığı hep şirkin, imansızlığın, vahdetsizliğin ve sevişmezliğin neticesidir. Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ızdırap ve felaketten kurtulamaz.Hakk’ı tanımadıkça, Hakk’ı sevmedikçe, Hak tealayı hakim bilip, O’na kulluk etmedikçe, insanlar, birbiri ile sevişemez. Hak’dan ve Hak yolundan başka her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur.”
HAKKINDA YAZILANLAR
Yetiştirdiği seçkin din adamlarının en selahiyyetlisi; çeşitli din ve fen kitaplarının yazarı, eczacı, kimyager ve emekli öğretmen albay Hüseyin Hilmi Işık beyefendidir. 1929'dan 1943 senesine kadar o büyük zattan ders almış, Arabi ve Farisi tercümeler yaparak gençliğe hizmet için çalışmıştır. Türkçe, Arabi, Farisi, Almanca, Fransızca ve Ingilizcenin yanında, başka dillerde de çeşitli din kitapları neşretmiştir. Bütün ilim ve feyzini, Abdülhakim Arvasi’den aldığını eserlerinde belirtmektedir.
1865 (H. 1281) yılında Van’ın Başkale ilçesinde doğdu. Babası Seyyid Mustafa Efendi’dir.
Babası Seyyid Mustafa Efendi ve bütün dedeleri, zamanlarının alimleriydi İmam-ı Ali Rıza bin Musa Kazım soyundan olup, seyyid oldukları Irak’taki şer’i mahkeme defterlerinde yazılıdır. Arvasi ailesi, altı yüz seneden beri ilim yaymakla ve en üstün insanlık meziyetlerinde nümune olmakla tanınmıştır. Aile, halk arasındaki ayrılıkları gidermekte, milli birliği sağlamakta büyük vazifeler üstlenmiş ve bunları devam ettiregelmişlerdir.
Ilk tahsilini babasının huzurunda gördü. Daha sonra Arvas’a giderek, yüksek tahsilini, büyük alim Seyyid Fehim Arvasi hazretlerinin huzurunda tamamladı. 1300 hicri sene başında ilm-i sarf, nahv, mantık, münazara, vad’, beyan, meani, bedi’, belagat, kelam, usul-i fıkh, tefsir, tasavvuf, ulum-i hikemiyye yani hikmet-i tabi’iyye (fizik, biyoloji), hikmet-i ilahiyye, riyaziyye (yani matematik, geometri), hey’et (astronomi) gibi zahir ilimlerde icazet (diploma); tasavvufun Nakşibendiyye, Kadiriyye, Küfreviyye, Sühreverdiyye ve Çeştiyye yollarından hilafet aldı. Başkale’de otuz yıl kadar tedris ve irşad ile meşgul oldu. Yani ders okuttu ve insanlara Allahü tealanın emir ve yasaklarını anlattı.
1914 (H. 1332) yılında Birinci Dünya Harbi çıkıp Ruslar Doğu Anadolu’yu işgal edince, Başkale’den hicret edip, Irak’a, oradan Adana, Eskişehir ve 1919 (H. 1337)da İstanbul’a geldi. Eyyub Sultan’da önce yazılı medreseye, sonra Gümüşsuyu Tepesindeki Mürteza Efendi Dergahına yerleşti ve Kaşgari Hanekahı meşihatına tayin olundu. İslam halifelerinin ve Osmanlı Sultanlarının sonuncusu olan Sultan Vahideddin tarafından Medrese-i mütehassısin denilen Ilahiyat Fakültesinde tasavvuf müderrisi olarak 8 Zilkade 1919 (H. 1337) tarihli ferman ile tayin edildi.
Anadolu’da çarpışan Kuvay-ı Milliyenin galip gelmesi için para, mal ve dua ile yardım edilmesi, eli silah tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik ederek çok kimseyi Anadolu’ya gönderdi. Çok yardım yapılmasına sebep oldu. Uzun zaman irşad, vaz ve tedris ile meşgul olup hayatının sonuna doğru İzmir’e gönderildi. Zor şartlar altında Izmir’de kaldığı sırada ihtiyarlığın da verdiği takatsizlikle hastalandı. Ankara’ya getirildi. Ankara’ya geldikten bir kaç gün sonra 27 Kasım 1943 (H. 1362) tarihinde vefat etti.
Ankara’nın kuzeyinde bulunan Bağlum beldesinde defnolundu. Kabri ziyaret edilmektedir.
Çocukları ve torunları
Seyyid Abdülhakim Arvasi’nin üç oğlu ve iki kızı vardır. Kızlarından Şefia Hanım, hicrette Musul’da vefat etti. Enver Medeni de hicret esnasında 1918 (H. 1336)de Eskişehir’de vefat etti. İkinci oğlu Ahmet Neyyir Mekki Üçışık Efendi uzun zaman Üsküdar ve Kadıköy müftülüğü yaptı. Kadıköy müftüsüyken 1967 (H. 1387) yılında İstanbul’da vefat etti.
Üçüncü oğlu Seyyid Münir Üçışık, İstanbul Belediyesinde satış memurluğunda çalıştı. Doğruluğu, çalışkanlığı ve güzel ahlakıyla etrafının sevgisini kazanmıştı. 1979 (H. 1400)da İzmir’de vefat edip Ankara Bağlum’a defnedildi.
İkinci kızı Maide Hanım, eski Van mebusu Seyyid İbrahim’in zevcesiydi. Seyyid Ibrahim Arvas vefat etmiştir. Maide Hanım, Ankara’da damadı Seyyid M. Emin Garbi ve kızı Ümmü Gülsüm hanımefendi ile birlikte yaşadı.
Görünüşü
Seyyid Abdülhakim Arvasi, vücutça gayet mutedil ve kusursuzdu. Buğday tenliydi. Alnı geniş ve açıktı. Kaşları birer hilal gibi olup, kabarık ince ve ölçülüydü. Nur bakışlı gözleri iriceydi. Burnu ahenkli ve normalden büyükçeydi. Yüzü zaifçe olup sakalı sıktı. Bedeni iri yapılı olup, insana mutlak surette hürmet telkin edici bir vakar ve heybeti vardı.
Yaşayışı
Her hali ve hareketi ile İslamiyete uyardı. Çok mütevazi olup; “Ben” dediği işitilmemişti. Çok heybetli ve temkin sahibiydi. Çok misafir severdi. Yardım yapmaktan hoşlanırdı. Ziyaretlere gider, davetlere icabet ederdi.
Seyyid Abdülhakim Arvasi din bilgilerinde ve tasavvufun ince marifetlerinde derin bir derya idi. Üniversite mensupları, fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormaya gelir; sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca, cevabını alır; sormaya lüzum kalmadan o bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi. Teveccühünü, sevgisini kazananlar, sayısız kerametlerini görürdü. Çok mütevazi, pek alçak gönüllüydü.
Ders verdiği camiler
Eyyub Sultan, Fatih, Bayezid, Bakırköy, Kadıköy, Beyoğlu’nda Ağa Camiileri kürsülerinde senelerce ilim neşretmiştir.
Seyyid Abdülhakim Arvasi ayrıca Vefa Lisesi’nde öğretmenlik yaptı. Sultan Selim Camii yanındaki Süleymaniyye Medresesinde, tasavvuf müderrisi (profesörü) iken Er-Riyad-üt-Tasavvufiyye kitabını yazmıştır.
1943 (H. 1362)te Ankara’da vefat etti. Kabirleri Ankara yakınındaki Bağlum kasabasındadır. 1943 (H. 1362)te Ankara’da vefat etti. Kabirleri Ankara yakınındaki Bağlum kasabasındadır.
ESERLERİ:
Tasavvuf hakkında risale büyüklüğünde çeşitli mektupları vardır.
Mevlid okunmasının ve tespih kullanmanın başlangıç ve meşruiyeti hakkında bir risale, Rabıta-i Şerife Risalesi, Sahabe-i Kiram ve Ecdad-ı Peygamberi risaleleri, İslam Hukuku, Keşkul ve Sefer-i Ahiret isimli eserleri, Arabi, Farisi ve Türkçe şiirleri pek kıymetlidir.
Görüşleri
Abdülhakim Arvasi’nin kıymetli görüşlerinden biri şöyledir: “İnsanı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakk’a karşı şirk ve müşrikliktir. İlim ve fen ilerlediği halde, insanlığın ufuklarını sarmış olan fesad karanlığı hep şirkin, imansızlığın, vahdetsizliğin ve sevişmezliğin neticesidir. Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ızdırap ve felaketten kurtulamaz.Hakk’ı tanımadıkça, Hakk’ı sevmedikçe, Hak tealayı hakim bilip, O’na kulluk etmedikçe, insanlar, birbiri ile sevişemez. Hak’dan ve Hak yolundan başka her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur.”
HAKKINDA YAZILANLAR
Yetiştirdiği seçkin din adamlarının en selahiyyetlisi; çeşitli din ve fen kitaplarının yazarı, eczacı, kimyager ve emekli öğretmen albay Hüseyin Hilmi Işık beyefendidir. 1929'dan 1943 senesine kadar o büyük zattan ders almış, Arabi ve Farisi tercümeler yaparak gençliğe hizmet için çalışmıştır. Türkçe, Arabi, Farisi, Almanca, Fransızca ve Ingilizcenin yanında, başka dillerde de çeşitli din kitapları neşretmiştir. Bütün ilim ve feyzini, Abdülhakim Arvasi’den aldığını eserlerinde belirtmektedir.
1703 yılında Erzurum’da doğdu.Mutasavvıf. Dokuz yaşındayken babasıyla Siirt’e gitti ve Tillo Köyü’ndeki Kadiri Seyhi Ismail Fakirullah’a bağlandi.1735'te Erzurum’a döndü. Üç defa hacca giden, Arabistan ve Mısır’ı dolaşan İbrahim Hakkı,1752'de İstanbul’da Sultan I.Mahmud Han’ın özel izniyle saray kitaplığıdan yararlandı. Şiirlerini İlahiname adı altında toplayan İbrahim Hakkı, ünlü eseri Marifetname’de çağının jeolojiden astronomiye, fizyolojiden psikolojiye kadar pek cok alandaki bilgilerini bir araya getirmeye çalıştı.
Osman Efendi adlı bir şeyhin oğludur. Babası saygın bir mutasavvıf idi ve İbrahim Hakkı’yı iyi bir eğitimle yetiştirdi.
İbrahim Hakkı olgun bir düşünürdü. Yetmişten fazla eser yazdı. Eserleri arasında en meşhuru olan Marifetname adlı eseri, yaşadığı dönemin bütün bilgilerini kapsayan ansiklopedik özellikte bir eserdir.
Erzurumlu İbrahim Hakkı Marifetname adlı eseriyle insanlara önce çevrelerindeki eşyayı, daha sonra kendilerini ve en sonunda da Tanrıyı bildirmeyi amaçlıyordu. Kitabın içindeki Kıyafetname adlı bölüm ise bir çeşit görgü bilimidir.Erzurumlu İbrahim Hakkı, dar çevresi içinde tasavvufu öğrenmişti. O, derin düşüncesiyle cisimlerin birleşmesini, hayatın doğuşunu, cinslerin gelişmesini yepyeni bir görüşle ortaya atmıştı.
Ona göre Tanrı önce “Kendi nurundan bir cevher var edip, andan cemi kainatı tedric ve tertib ile halk etmiştir; buna Cevher-i Evvel denir.”
Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya göre, bütün varlık küre şeklindedir: “Alemin her ne tarafına nazar olunsa şekli muhaddep görünür.” “Arzda ve semada müşahede olunan bütün şekiller yuvarlaktır”. Einstein bu görüşü ondan çok daha sonra matematiksel yollardan göstermiştir.İnsanların nazarında çok önemli bir yer işgal eden Marifetname adlı eseri defalarca basılmıştır.
Erzurumlu İbrahim Hakkı 1771 yılında vefat etti.
Osman Efendi adlı bir şeyhin oğludur. Babası saygın bir mutasavvıf idi ve İbrahim Hakkı’yı iyi bir eğitimle yetiştirdi.
İbrahim Hakkı olgun bir düşünürdü. Yetmişten fazla eser yazdı. Eserleri arasında en meşhuru olan Marifetname adlı eseri, yaşadığı dönemin bütün bilgilerini kapsayan ansiklopedik özellikte bir eserdir.
Erzurumlu İbrahim Hakkı Marifetname adlı eseriyle insanlara önce çevrelerindeki eşyayı, daha sonra kendilerini ve en sonunda da Tanrıyı bildirmeyi amaçlıyordu. Kitabın içindeki Kıyafetname adlı bölüm ise bir çeşit görgü bilimidir.Erzurumlu İbrahim Hakkı, dar çevresi içinde tasavvufu öğrenmişti. O, derin düşüncesiyle cisimlerin birleşmesini, hayatın doğuşunu, cinslerin gelişmesini yepyeni bir görüşle ortaya atmıştı.
Ona göre Tanrı önce “Kendi nurundan bir cevher var edip, andan cemi kainatı tedric ve tertib ile halk etmiştir; buna Cevher-i Evvel denir.”
Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya göre, bütün varlık küre şeklindedir: “Alemin her ne tarafına nazar olunsa şekli muhaddep görünür.” “Arzda ve semada müşahede olunan bütün şekiller yuvarlaktır”. Einstein bu görüşü ondan çok daha sonra matematiksel yollardan göstermiştir.İnsanların nazarında çok önemli bir yer işgal eden Marifetname adlı eseri defalarca basılmıştır.
Erzurumlu İbrahim Hakkı 1771 yılında vefat etti.
25 Mart 1611'de İstanbul’un Unkapanı semtinde doğdu. Babası Derviş Mehmed Zilli, I. Süleyman’dan I. Ahmed’e kadarki padişahların kuyumcubaşılığında bulunmuş ve seferlere katılmıştır. Çelebi ailesi aslen Kütahyalı olup, fetihten sonra İstanbul’a yerleşmiştir.
Evliya Çelebi, çok iyi bir öğrenim gördü. Önce mahalle mektebine gitti. Daha sonra Şeyhülislam Hamit Efendi Medresesi’ne girdi. Burada yedi yıl okuduktan sonra saraya özgü bir okul olan Enderun’a devam etti.
Okul öğreniminin dışında özel hocalardan Kur’an, Arapça, güzel yazı, musiki, beden eğitimi ve yabancı dil dersleri aldı. Kur’an’ı ezberleyerek hafız oldu.
Evliya Çelebi, öğrenimini bitirdikten sonra sarayda görev aldı. Yaptığı işlerle padişah ve devlet ileri gelenlerinin beğenisini kazandı.
Evliya Çelebi, bu gezileri sırasında çok ilginç yerler gördü. Yeni insanlarla tanıştı. Birçok olayla karşılaştı. Karşılaştığı ilginç olayları okuyucuya anlatarak kitabına renk kattı.Gezileri sırasında birçok kez ölümle burun buruna geldi. Savaşlara katılarak hem savaşları hemde o yerleri anlattı. Gezmek için gittiği son yer Mısır oldu. 1682 yılından sonra vefat etti.
Evliya Çelebi Eserleri
Seyahatnâme (????? ????), Evliya Çelebi tarafından 17. yüzyılda yazılmış olan çok ünlü bir gezi kitabıdır. 10 ciltten oluşur.
Gerçekçi bir gözle izlenen olaylar, yalın ve duru, zaman zaman da fantastik bir anlatım içinde, halkın anlayacağı şekilde yazılmış, yine halkın anlayacağı deyimler çokça kullanılmıştır.
Evliya Çelebi, Seyahatnâme’sinde gezip gördüğü yerleri kendi üslûbu ile anlatmaktadır. Evliya Çelebi’nin 10 ciltlik Seyahatnâme’si, bütün görmüş ve gezmiş olduğu memleketler hakkında oldukça önemli bilgiler içermektedir. Eser bu yönden Türk Kültür tarihi ve gezi edebiyatı açısından önemli bir yere sahiptir.
Evliya Çelebi, çok iyi bir öğrenim gördü. Önce mahalle mektebine gitti. Daha sonra Şeyhülislam Hamit Efendi Medresesi’ne girdi. Burada yedi yıl okuduktan sonra saraya özgü bir okul olan Enderun’a devam etti.
Okul öğreniminin dışında özel hocalardan Kur’an, Arapça, güzel yazı, musiki, beden eğitimi ve yabancı dil dersleri aldı. Kur’an’ı ezberleyerek hafız oldu.
Evliya Çelebi, öğrenimini bitirdikten sonra sarayda görev aldı. Yaptığı işlerle padişah ve devlet ileri gelenlerinin beğenisini kazandı.
Evliya Çelebi, bu gezileri sırasında çok ilginç yerler gördü. Yeni insanlarla tanıştı. Birçok olayla karşılaştı. Karşılaştığı ilginç olayları okuyucuya anlatarak kitabına renk kattı.Gezileri sırasında birçok kez ölümle burun buruna geldi. Savaşlara katılarak hem savaşları hemde o yerleri anlattı. Gezmek için gittiği son yer Mısır oldu. 1682 yılından sonra vefat etti.
Evliya Çelebi Eserleri
Seyahatnâme (????? ????), Evliya Çelebi tarafından 17. yüzyılda yazılmış olan çok ünlü bir gezi kitabıdır. 10 ciltten oluşur.
Gerçekçi bir gözle izlenen olaylar, yalın ve duru, zaman zaman da fantastik bir anlatım içinde, halkın anlayacağı şekilde yazılmış, yine halkın anlayacağı deyimler çokça kullanılmıştır.
Evliya Çelebi, Seyahatnâme’sinde gezip gördüğü yerleri kendi üslûbu ile anlatmaktadır. Evliya Çelebi’nin 10 ciltlik Seyahatnâme’si, bütün görmüş ve gezmiş olduğu memleketler hakkında oldukça önemli bilgiler içermektedir. Eser bu yönden Türk Kültür tarihi ve gezi edebiyatı açısından önemli bir yere sahiptir.
Büyük Türk düşünürü ve ozanı, gönül adamı Hacı Bektaş Veli, XIII. yüzyılda yaşamış ulu bir Türk-İslam mutasavvıfıdır. Yaşamı hakkında geniş ve ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır. Doğum ve ölüm tarihlerinde belirsizlik vardır. Kaynakların çoğunda ünlü düşünürün miladi 1209 yılında Horasan’ın Nişabur kentinde dünyaya geldiği, babası Seyyit İbrahim Sani, annesi Hatem Hatun, asıl adının da Mehmet olduğu belirtilmektedir. Bugün Nevşehir’e bağlı Hacıbektaş ilçesinde (Sulucakarahöyük) M. 1271 yılında hakka yürümüştür. Türbesi ve etrafındaki tamamlayıcı hizmet binalarıyla birlikte kulliyesi müze haline getirilmiştir. Hünkar’ın adına, anısına düzenlenen Hacı Bektaş Veli Müzesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı olarak 16 Ağustos l964 tarihinde, Hacıbektaş ilçesinde hizmete açılmıştır.
Hacı Bektaş Veli’nin Sözleri
Çocukluğu ve gençliği Horasan’da geçen, akılcılığa ve bilime inanan Hacı Bektaş Veli örnek ve dürüst bir kişiliğe sahiptir. İlk eğitim ve öğreniminde Türkistan Piri Hoca Ahmet Yesevi kültür ocağında, öğretmeni Lokman Perende’den temel dersler almış, ayrıca burada felsefe, matematik, edebiyat, sosyal bilimler ve fen bilimlerini öğrenmiştir. Çok sayıda bilim adamının yetiştiği Horasan’da engin bir bilgi birikimine, geniş bir dünya görüşüne sahip olmuştur. Küçük yaşlardan başlayarak kendini etrafına kabul ettirerek Horasan erenleri arasında ululuğu öne çıkmıştır.
Hacı Bektaş Veli, Ahmet Yesevi ocağından kendisine verilmek için özel olarak bekletilen emanetleri teslim alarak, önce İran, Irak, Arabistan ve Suriye’yi gezmiş buralarda gerekli araştırma ve incelemelerini yaparak hacı olmuş, Anadolu’ya bir Yesevi mensubu (derviş) olarak gelmiştir.
Hacı Bektaş Veli’nin Anadolu’ya gelişi, Anadolu Selçuklu Devleti’nin üzerinde kara bulutların dolaştığı, siyasi, ekonomik ve kültürel düzeninin bozulmaya yüz tuttuğu, taht kavgalarının başladığı, bölünmelerin ve parçalanmaların meydana geldiği bir döneme rastlamıştır. Anadolu Selçuklu Devleti’nin çökmesi ve Anadolu Türklerinin dağılma tehlikesi ile karşı karşıya kalması, Orta Asya’da bulunan Türk Uluslarını büyük bir kedere boğmuştur. Anadolu’da cereyan eden bu var olma savaşına bir çözüm yolu bulmak gerekliliği ortaya çıkmıştır. İşte Hacı Bektaş Veli bu amaçla Anadolu’ya gönderilmiştir. Evliya Çelebi’ye göre Hacı Bektaş Veli 300 Horasan eri ile Anadolu’ya gelmiştir. Bazı kaynaklar da bu topluluk hakkında 40 – 1000 arası çeşitli rakamlar belirtilmektedir. Burada önemli olan rakamlardan çok Pir Hazretlerinin idealistlerden oluşan bir topluluğun başında Anadolu’ya gelmesi, bunların yardımı ile adeta manevi bir fütühata girişmiş olmasıdır.
Hacı Bektaş Veli Antep ve Maraş üzerinden Sivas’a uğramıştır. Amasya’yı dolaşarak, Kayseri ve Kırşehir’de bir süre kaldıktan sonra yoluna devam etmiştir. Sulucakarahöyük’e M. 1238 – 1248 yılları arasında gelmiş olduğu kaynaklarda belirtilmektedir. Adını verdiği bugünki Hacıbektaş ilçesine yerleşerek faaliyetlerine burada başlamıştır. Çalışma ortamını oluşturmuş ve Anadolu kültürünü, Anadolu insanının gelenek ve göreneklerini özümseyerek yeni bir kültür ve eğitim merkezini kurmuştur. Burada düşüncesini ve felsefesini geliştirmiştir. Ayrıca Anadolu’yu dolaşarak çevresini tanımıştır. Araştırma ve incelemelerde bulunmuş ve gittiği her yeri aydınlatmaya ve fikirlerini anlatmaya çalışmıştır. Anadolu’ya adeta bir güneş gibi doğmuştur. Sulucakarahöyük’te de hareketlenmeler başlamış ve çehresi değişmiştir. Bulunduğu bu yerde bir çekim merkezi oluşturmuştur. Görüş, düşünce ve felsefesi bütün bu merkezden Anadolu’ya hızla yayılmıştır. Bu görüş ve düşüncesi Anadolu genelinde Hacı Bektaş Felsefesi ve Tasavvufu, Bektaşi Tarikatı olarak adlandırılmıştır. Bu eğitim ve öğreti merkezinden yetişen öğrenciler(Dervişler) Anadolu’nun dört bir yanına dağılmışlardır. Balkanlar’a, Arnavutluk’a Irak’a, Suriye’ye, Mısır’a, Girit’e vb. ülkelere gidip oralarda Hacı Bektaş Veli’nin düşünce ve felsefesini anlatmışlardır. XIII.yy. da Balkanlar’da ağır baskılardan yılan halkın önemli bir kısmının İslamiyeti kabul etmesinde temel rol oynamışlardır. Fetihlerin kazanılmasında da kolaylaştırıcı unsur olmuşlardır.
Yeni ordunun kuruluşunda, temsili bir grup asker, Hacıbektaş’a gelerek Hacı Bektaş Veli tarafından burada kılıç kuşatılıp taç giydirilip dualanmıştır. Ayrıca sancak teslim edilmiş ve bu orduya “Yeni Çeri” adı verilmiştir. Bu yüzden Hacı Bektaş Veli’yi Pir olarak tanıyan Yeniçeriler, Bektaşi tarikatını benimseyerek nice fetihlere katılmışlardır.
Hacı Bektaş Veli; Baba İlyas, Mevlâna, Ahi Evren ve Yunus Emre gibi Türk düşünce hayatını zamanımıza kadar etkileyen çağdaşları ile birlikte aynı devirde yaşamışlardır.
Hacı Bektaş Veli’nin Eserleri:
1. Makalât: En önemli eserlerinden biridir. Arapça olarak yazmıştır. Tasavvuf esaslarını anlatmıştır. Tarikata yeni girenlere yol göstermek amacıyla yazmış olduğu bir eserdir. Dili sade ve anlaşılması kolaydır. Makalât; şeriat, tarikat, marifet, hakikat gibi dört kapıdan ve her kapının da on makamdan oluştuğu öğretici bir tasavvuf kitabıdır.
2. Fevaid: Faydalı sözler anlamına gelen dini ve tasavvufi konularını içeren Farsça bir eserdir. Hacı Bektaş Veli, bu kitapta konuları 105 faide başlığı altında toplamıştır.
3. Besmele Şerhi: Manisa Valide Camii Kütüphanesi’nde hicri 1315 tarihinde Rika yazısıyla yazılmış bir eseridir. Tire’de Hacı Necip Paşa Kütüphanesi’nde bulunan Hacı Bektaş Veli’nin olduğu söylenen Tefsir-i Fatiha’nın aynısıdır. Bu eser Rüşdü Şardağ tarafından bulunarak yayımlanmıştır.
4. Şathiye: 13. yüzyılın dil özelliklerini taşır. Özenle yazılmış değerli bir eseridir. İki sayfadan oluşmuştur. Öz Türkçe’dir.
5. Makalât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniye: Hacı Bektaş Veli’ye izafe edilen bir eseridir.
6. Hacı Bektaş’ın Nasihatleri: Hacı Bektaş Halk Kütüphanesi’nin 29 kayıt numaralı kitabıdır. Hacı Bektaş Veli’nin nasihat ve vesayetleri belirtilmektedir.
Hacı Bektaş Veli’nin Sözleri
Çocukluğu ve gençliği Horasan’da geçen, akılcılığa ve bilime inanan Hacı Bektaş Veli örnek ve dürüst bir kişiliğe sahiptir. İlk eğitim ve öğreniminde Türkistan Piri Hoca Ahmet Yesevi kültür ocağında, öğretmeni Lokman Perende’den temel dersler almış, ayrıca burada felsefe, matematik, edebiyat, sosyal bilimler ve fen bilimlerini öğrenmiştir. Çok sayıda bilim adamının yetiştiği Horasan’da engin bir bilgi birikimine, geniş bir dünya görüşüne sahip olmuştur. Küçük yaşlardan başlayarak kendini etrafına kabul ettirerek Horasan erenleri arasında ululuğu öne çıkmıştır.
Hacı Bektaş Veli, Ahmet Yesevi ocağından kendisine verilmek için özel olarak bekletilen emanetleri teslim alarak, önce İran, Irak, Arabistan ve Suriye’yi gezmiş buralarda gerekli araştırma ve incelemelerini yaparak hacı olmuş, Anadolu’ya bir Yesevi mensubu (derviş) olarak gelmiştir.
Hacı Bektaş Veli’nin Anadolu’ya gelişi, Anadolu Selçuklu Devleti’nin üzerinde kara bulutların dolaştığı, siyasi, ekonomik ve kültürel düzeninin bozulmaya yüz tuttuğu, taht kavgalarının başladığı, bölünmelerin ve parçalanmaların meydana geldiği bir döneme rastlamıştır. Anadolu Selçuklu Devleti’nin çökmesi ve Anadolu Türklerinin dağılma tehlikesi ile karşı karşıya kalması, Orta Asya’da bulunan Türk Uluslarını büyük bir kedere boğmuştur. Anadolu’da cereyan eden bu var olma savaşına bir çözüm yolu bulmak gerekliliği ortaya çıkmıştır. İşte Hacı Bektaş Veli bu amaçla Anadolu’ya gönderilmiştir. Evliya Çelebi’ye göre Hacı Bektaş Veli 300 Horasan eri ile Anadolu’ya gelmiştir. Bazı kaynaklar da bu topluluk hakkında 40 – 1000 arası çeşitli rakamlar belirtilmektedir. Burada önemli olan rakamlardan çok Pir Hazretlerinin idealistlerden oluşan bir topluluğun başında Anadolu’ya gelmesi, bunların yardımı ile adeta manevi bir fütühata girişmiş olmasıdır.
Hacı Bektaş Veli Antep ve Maraş üzerinden Sivas’a uğramıştır. Amasya’yı dolaşarak, Kayseri ve Kırşehir’de bir süre kaldıktan sonra yoluna devam etmiştir. Sulucakarahöyük’e M. 1238 – 1248 yılları arasında gelmiş olduğu kaynaklarda belirtilmektedir. Adını verdiği bugünki Hacıbektaş ilçesine yerleşerek faaliyetlerine burada başlamıştır. Çalışma ortamını oluşturmuş ve Anadolu kültürünü, Anadolu insanının gelenek ve göreneklerini özümseyerek yeni bir kültür ve eğitim merkezini kurmuştur. Burada düşüncesini ve felsefesini geliştirmiştir. Ayrıca Anadolu’yu dolaşarak çevresini tanımıştır. Araştırma ve incelemelerde bulunmuş ve gittiği her yeri aydınlatmaya ve fikirlerini anlatmaya çalışmıştır. Anadolu’ya adeta bir güneş gibi doğmuştur. Sulucakarahöyük’te de hareketlenmeler başlamış ve çehresi değişmiştir. Bulunduğu bu yerde bir çekim merkezi oluşturmuştur. Görüş, düşünce ve felsefesi bütün bu merkezden Anadolu’ya hızla yayılmıştır. Bu görüş ve düşüncesi Anadolu genelinde Hacı Bektaş Felsefesi ve Tasavvufu, Bektaşi Tarikatı olarak adlandırılmıştır. Bu eğitim ve öğreti merkezinden yetişen öğrenciler(Dervişler) Anadolu’nun dört bir yanına dağılmışlardır. Balkanlar’a, Arnavutluk’a Irak’a, Suriye’ye, Mısır’a, Girit’e vb. ülkelere gidip oralarda Hacı Bektaş Veli’nin düşünce ve felsefesini anlatmışlardır. XIII.yy. da Balkanlar’da ağır baskılardan yılan halkın önemli bir kısmının İslamiyeti kabul etmesinde temel rol oynamışlardır. Fetihlerin kazanılmasında da kolaylaştırıcı unsur olmuşlardır.
Yeni ordunun kuruluşunda, temsili bir grup asker, Hacıbektaş’a gelerek Hacı Bektaş Veli tarafından burada kılıç kuşatılıp taç giydirilip dualanmıştır. Ayrıca sancak teslim edilmiş ve bu orduya “Yeni Çeri” adı verilmiştir. Bu yüzden Hacı Bektaş Veli’yi Pir olarak tanıyan Yeniçeriler, Bektaşi tarikatını benimseyerek nice fetihlere katılmışlardır.
Hacı Bektaş Veli; Baba İlyas, Mevlâna, Ahi Evren ve Yunus Emre gibi Türk düşünce hayatını zamanımıza kadar etkileyen çağdaşları ile birlikte aynı devirde yaşamışlardır.
Hacı Bektaş Veli’nin Eserleri:
1. Makalât: En önemli eserlerinden biridir. Arapça olarak yazmıştır. Tasavvuf esaslarını anlatmıştır. Tarikata yeni girenlere yol göstermek amacıyla yazmış olduğu bir eserdir. Dili sade ve anlaşılması kolaydır. Makalât; şeriat, tarikat, marifet, hakikat gibi dört kapıdan ve her kapının da on makamdan oluştuğu öğretici bir tasavvuf kitabıdır.
2. Fevaid: Faydalı sözler anlamına gelen dini ve tasavvufi konularını içeren Farsça bir eserdir. Hacı Bektaş Veli, bu kitapta konuları 105 faide başlığı altında toplamıştır.
3. Besmele Şerhi: Manisa Valide Camii Kütüphanesi’nde hicri 1315 tarihinde Rika yazısıyla yazılmış bir eseridir. Tire’de Hacı Necip Paşa Kütüphanesi’nde bulunan Hacı Bektaş Veli’nin olduğu söylenen Tefsir-i Fatiha’nın aynısıdır. Bu eser Rüşdü Şardağ tarafından bulunarak yayımlanmıştır.
4. Şathiye: 13. yüzyılın dil özelliklerini taşır. Özenle yazılmış değerli bir eseridir. İki sayfadan oluşmuştur. Öz Türkçe’dir.
5. Makalât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniye: Hacı Bektaş Veli’ye izafe edilen bir eseridir.
6. Hacı Bektaş’ın Nasihatleri: Hacı Bektaş Halk Kütüphanesi’nin 29 kayıt numaralı kitabıdır. Hacı Bektaş Veli’nin nasihat ve vesayetleri belirtilmektedir.
Nasreddin Hoca (d. 1208 – ö. 1284) Orta Çağ döneminde Akşehir ve Konya’da, Selçuklu veya Osmanlı Devleti döneminde var olduğuna inanılan mizah figürü. Nasreddin Hoca, komik hikayeleri ve fıkralarıyla hatırlanan ve aynı zamanda popülist bir filozof olan bilgeydi. Kendisi çoğunlukla hazırcevaplılığı ile tanınır.
Yakın Doğu, Orta Doğu ve Orta Asya’nın birçok ulusu Nasreddin Hoca’yı sahiplenir. Nasreddin Hoca çeşitli kültürlerde adı daha farklı yazılır, Nasreddin’i genellikle “Hoca”, “Molla” ya da “Efendi” isimleri izler. İtalya’da Sicilya adasında halk arasındaki ufak fıkralarda devamlı ismi geçen “Giufà” da Nasreddin Hoca hikayelerinden alınmış olduğu bilinmektedir.
1996-1997 UNESCO tarafından Uluslararası Nasreddin Yılı ilan edilmiştir.
Evliya Çelebi, Nasreddin Hoca hakkında şöyle der;
Akşehir’de büyük din adamı ve değerli zat “El-Mevla Hazret Şeyh Hoca Nasreddin”‘in kabri vardır. Kendisi Akşehirlidir. Gazi Hüdavendigar’a yetişip, Yıldırım Han zamanında şöhret bulmuştur. Fazilet sahibi olup, hazırcevap, keramet sahibi, filozof, din ve dünya işlerini birlikte ve eksiksiz yürüten büyük bir zat idi. Timurlenk ile bir toplantıda bulunmuştur. Timur Han, O’nun şerefli sohbetlerinden hoşlanırdı. Bu sebeple, o büyük bilginin hatırı için Akşehir’i yağma ettirmemiştir. Büyük hocanın sözleri ve latifeleri, bütün lisanlarda atasözü olarak söylenir.(…) Yıldırım Han’ın vefatından sonra, Çelebi Sultan Mehmed zamanında dünyadan göç etmiştir. Akşehir dışındaki kubbeli türbesine defnolunmuştur. Dört tarafı parmaklıkla çevrilidir.
Yakın Doğu, Orta Doğu ve Orta Asya’nın birçok ulusu Nasreddin Hoca’yı sahiplenir. Nasreddin Hoca çeşitli kültürlerde adı daha farklı yazılır, Nasreddin’i genellikle “Hoca”, “Molla” ya da “Efendi” isimleri izler. İtalya’da Sicilya adasında halk arasındaki ufak fıkralarda devamlı ismi geçen “Giufà” da Nasreddin Hoca hikayelerinden alınmış olduğu bilinmektedir.
1996-1997 UNESCO tarafından Uluslararası Nasreddin Yılı ilan edilmiştir.
Evliya Çelebi, Nasreddin Hoca hakkında şöyle der;
Akşehir’de büyük din adamı ve değerli zat “El-Mevla Hazret Şeyh Hoca Nasreddin”‘in kabri vardır. Kendisi Akşehirlidir. Gazi Hüdavendigar’a yetişip, Yıldırım Han zamanında şöhret bulmuştur. Fazilet sahibi olup, hazırcevap, keramet sahibi, filozof, din ve dünya işlerini birlikte ve eksiksiz yürüten büyük bir zat idi. Timurlenk ile bir toplantıda bulunmuştur. Timur Han, O’nun şerefli sohbetlerinden hoşlanırdı. Bu sebeple, o büyük bilginin hatırı için Akşehir’i yağma ettirmemiştir. Büyük hocanın sözleri ve latifeleri, bütün lisanlarda atasözü olarak söylenir.(…) Yıldırım Han’ın vefatından sonra, Çelebi Sultan Mehmed zamanında dünyadan göç etmiştir. Akşehir dışındaki kubbeli türbesine defnolunmuştur. Dört tarafı parmaklıkla çevrilidir.
Molla Gürani Doğumu: 1410
Ölümü: 1488
Hayatı: Osmanlı Devleti’nin dördüncü şeyhülislâmı ve Fâtih ...
Osmanlı Devleti’nin dördüncü şeyhülislâmı ve Fâtih Sultan Mehmed Han’ın hocalarından. İsmi, Ahmed bin İsmâil bin Osman Gürânî olup, lakabı Şerefüddîn ve Şihâbüddîn’dir. 1410 (H. 813) yılında Suriye’nin Gürân kasabasına bağlı bir köyde doğdu. Doğduğu yere nisbetle Gürânî denildi. 1488 (H. 893) yılında İstanbul’da vefât etti. Kabr-i şerifi Aksaray-Topkapı arasındaki kendi yaptırdığı câminin önündedir.
Molla Gürânî, daha küçük yaşta iken kendi memleketinde ilk tahsilini yaptı. Bundan sonra Bağdâd, Diyarbakır, Hıms ve Hayfa şehirlerine ve on yedi yaşında da Şam’a gidip, tanınmış âlimlerin derslerine devam ederek ilmini arttırdı. Şam’dan Kâhire’ye gitti ve o devrin en meşhur âlimi İbn-i Hacer Askalânî’den hadîs ve fıkıh ilmine dâir eserler okudu. Bu hocasından okuduğu eserler arasında Sahîh-i Buhârî ve fıkıh ilminde meşhûr eserler vardı. Molla Gürânî bu minval üzere tahsilini tamamladıktan sonra; tefsir, kıraat, hadîs ve fıkıh ilimlerinde değerli bir âlim olarak yetişti. Yavaş yavaş tanınmaya ve Kâhire’deki medreselerde ders vermeye başladı. Memlûk Devleti hükümdar ve devlet ileri gelenlerinin kurdukları ilim meclislerine katılıp, münazaralara girdi. İlmi ve fesahati, güzel konuşmasıyla dikkat çekip tanındı. Hattâ Kâhire’de herkese açık bir ders de verdi. Dersini dinleyen âlimler, onun ilimdeki üstünlüğünü takdir ettiler. Sahîh-i Buhârî’yi gayet güzel bir maharetle okuttuğunu bizzat görüp şâhid olan hocası İbn-i Hacer Askalânî ona icazet verdi. Bundan sonra hayâtının bir bölümünü Kahire ve Şam taraflarında geçirip Anadolu’ya geldi. Anadolu’ya gelişi, hayâtında başka bir safha olmuştur.
Molla Gürânî’nin Anadolu’ya gelişi şöyle vuku bulmuştur: O devrin meşhur Osmanlı âlimlerinden Molla Yegân hacca gittiğinde, Kâhire’ye uğradı. Orada Molla Gürânî’yi tanıyıp, onun dîne bağlılığını ve ilimdeki yüksek derecesini görünce, Anadolu’ya getirmek istedi. Lütuf ve iltifat göstererek beraber gelmesini söyledi. O da bu teklifi kabul ederek, Molla Yegân ile birlikte geldi. Meşhur âlim Molla Yegân, hacdan döndüğünde sultan İkinci Murâd Han’ın otağına gidip, bir sohbet yaptı. Sohbet sırasında Pâdişâh; “Gezip gördüğün yerlerden bize ne armağan getirdin” diye sordu. Bunun üzerine Molla Yegân; “Tefsir, hadîs ve fıkıh ilminde iyi yetişmiş bir âlim getirdim” diyerek hiçbir milletin kültür târihinde görülmeyen durumu bildirdi. “Şimdi nerededir?” deyince; “Dışarıda beklemektedir” cevâbını verdi. Bunun üzerine Pâdişâh, onu içeri getirmelerini söyledi. Molla Gürânî içeri girip selâm verdi. Sohbet sırasında Molla Gürânî’nin konuşması ve hâli, Pâdişâh’ın hoşuna gitti. Onu hemen dedesi Murâd-ı Hüdâvendigâr Gâzi’nin eski kaplıcadaki medresesine müderris olarak tâyin etti. Daha sonra da Yıldırım Medresesi’ne müderrislikle vazifelendirildi. Bir müddet de bu vazifede kalan Molla Gürânî, sultan İkinci Murâd Han’ın oğlu şehzâde Mehmed’in, yâni Fâtih’in yetiştirilmesi ile görevlendirildi.
Fâtih Sultan Mehmed Han’ın, yetişmesinde, Molla Gürânî’nin büyük emeği geçti. Bu bakımdan Fâtih, şehzâdeliğinden beri hocasını çok sever, saygı ve hürmette kusur etmezdi.
Babası ikinci Murâd’dan sonra tahta geçen Fâtih Sultan Mehmed Han, Molla Gürânî’yi vezir yapmak istedi. Molla Gürânî bu teklifi kabûl etmeyip; “Huzurunuzda, size devlet işlerinde çok hizmet edenler vardır. Onların ciddî çalışmaları; vezirliğe, sadrâzamlığa kavuşmak ideallerine bağlıdır. Veziriniz onlardan başkası olursa, kalbleri muğber olur ve sultânımıza zarar gelir” dedi. Sultan bu sözü beğendi ve onu kazasker yapmak istediğini bildirince, bunu kabul etti. Ayrıca müderrislik görevini de yürüttü. Daha sonra, evkaf idaresi ve kâdılık vazîfesi ile Bursa’ya gönderildi. Bursa’da bir müddet hizmet etti. Daha sonra bâzı sebeplerle Anadolu’dan ayrılıp, Mısır’a gitti.
Molla Gürânî Mısır’a vardığında, Mısır sultânı Kayıtbay’dan tam bir kabul ve pek çok ikrâm, hürmet gördü. Bir müddet sonra Fâtih Sultan Mehmed Han, Mısır sultânı Kayttbay’a, Molla Gürânî’yi göndermesini rica etti. Kayıtbay, Fâtih Sultan Mehmed Han’ın bu ricasını Molla Gürânî’ye bildirerek; “Gitme, ben sana onunkinden daha çok ikrâm ve ihtiram ederim” dedi. Molla Gürânî; “Evet inanıyorum, sizden çok fazla ikrâm gördüm. Ancak, benimle onun arasında baba ile oğul arasındaki gibi büyük bir sevgi vardır. Aramızdaki bu hâdise ise, bir başka şeydir. Bu sebepten tabiî olarak ona meyledeceğimi bilir, Eğer ona gitmezsem sizin tarafınızdan gönderilmediğimi zanneder ve aranıza düşmanlık girebilir” cevâbını verdi. Bu cevâbı çok beğenen sultan Kayıtbay kendisine çok para ve yolda lâzım olabilecek eşyaları verip, büyük hediyelerle Fâtih Sultan Mehmed Han’a gönderdi.
Molla Gürânî İstanbul’a gelince, Sultan ona çok hürmet gösterip, ikinci defa Bursa kâdılığına, sonra yeniden kazaskerliğe tâyin etti. Müderrislik ve eser yazmakla meşgul olan Molla Gürânî, 1480 (H. 885) senesinde şeyhülislâmlık makamına getirildi. Fâtih Sultan Mehmed Han ona; maaş, hizmetçi ve diğer yardımları yanında pek çok hediye vererek, ikrâm ve hürmet gösterdi. Sekiz sene şeyhülislâmlık yaptı ve hakka, adalete uymakta titizlik göstererek, gayet güzel bir şekilde vazifesini yerine getirdi.
Fâtih Sultan Mehmed Han’a çok nasihat eder, işlerinde yardımcı olurdu. Ona karşı duyduğu samîmi sevgi ve alâka sebebiyle, yeri geldikçe tenkîd etmekten, uyarmaktan çekinmezdi. Hattâ giydiği ve yediği şeylere dikkat etmesinde, dâima dînin emirlerine uygunluk isterdi. Nasîhatlerini sert sözlerle söylemekten çekinmezdi.
Molla Gürânî; heybetli, vakur, sarsılmaz bir ilim haysiyet ve ahlâka sâhib idi. Uzun boylu, doğru ve açık sözlü idi. Vezirleri adlarıyla çağırır, Sultan’ın huzuruna girince, yüksek sesle selâm verip müsâfeha yapardı. Davet edilmedikçe ve bayram günlerinden başka zamanlarda saraya gitmezdi.
Müderrislikten resmen ayrıldıktan sonra da ilim öğretmeye devam etti. Pek çok âlim yetiştirdi. Günlerini ders vermek, kitap yazmak ve ibâdetle geçirirdi. Çok hayır ve hasenat yapmıştır. Vakıf olarak; dört câmi, bir dârülhadîs medresesi ile bir hamam ve binalar yaptırmıştır.
Molla Gürânî, vefât ettiği senenin bahar mevsiminde bir bahçe satın aldı. Kışa kadar o bahçede kaldı. Vezirler haftada bir bu bahçeye ziyaretine gelirlerdi. Kış geldiğinde iyice hâlsizleşti. İstanbul’daki konağına göçtü. O günlerde sabah namazını kıldıktan sonra, kendisine bir yatak hazırlanmasını istedi. Yatak hazırlandı. Kuşluk namazını kıldıktan sonra kıbleye dönerek, sağ yanı üzerine yattı. O gün, kendisinden Kur’ân-ı kerîm ve kıraat ilmini öğrenen hafızların, yanında toplanmasını istedi. Bu arzusu yerine getirildi. Yanına toplanan talebelerine; “Üstünüzde olan hakkımı ödeme zamanı bu gündür, ikindi vaktine kadar benim üzerime Kur’ân-ı kerîm okumaya devam ediniz, ikindiden fazla uzamaz” dedi. Talebeleri, Kur’ân-ı kerîm okumaya başladılar. Durumu öğrenen vezirler de yanına geldi. Bunlar arasında bulunan Dâvûd Paşa, Molla Gürânî hazretlerini çok sevdiği için hâlini görünce dayanamayıp, ağlamaya başladı. Molla Gürânî bu hâli görünce; “Niye ağlar durursun ey Dâvûd!” dedi. Dâvûd Paşa; “Sizi böyle zayıf görünce kendimi tutamadım” cevâbını verdi. Bunun üzerine; “Ey Dâvûd! Kendi hâline ağla! Ben dünyâda rahat ve huzur içinde yaşadım. Allahü teâlâdan ümîdim odur ki, ömrümün sonunda ve son nefesimde de selâmet üzere olurum” dedi. Sonra vezire dönüp; “Benden Bâyezîd’e (ikinci Bâyezîd Han) selâm söyleyin, namazımı bizzat kendisi kıldırsın ve borçlarımı, defnimden önce ödesin” dedi. Sonra; “Size vasiyetim olsun! Beni kabrin yanına koyunca, ayağımı tutun ve beni kabrin başına çekin, sonra kabre koyun” dedi. Öğle namazını îmâ ile kıldı. Sonra; “İkindi ezanı ne zaman okunacak?” dedi. İkindi vakti gelince, müezzinin ezan okumasını bekledi. Müezzin, Allahü ekber diye ezan okumaya başlayınca, Molla Gürânî hazretleri; “Lâ ilâhe illallah…” diyerek vefât etti.
Sultan ikinci Bâyezîd Han, namazında bulundu ve borçlarını ödedi. Cenaze namazı çok kalabalık olup, İstanbul ahâlisi bu büyük âlimin vefâtına ziyadesiyle ağladı. Cenazesi kabrin başına getirilince vasiyetine rağmen kimse ayağından tutup çekmeye cesaret edemedi. Cenazesini bir hasır ile kabrin yanına çektiler ve kabre indirip defnettiler.
Arabca kaynaklarda, Diyâr-ı Rum yâni Anadolu’nun âlimi olarak zikredilen Molla Gürânî, kıymetli eserler yazmış olup, eserleri şunlardır: 1- Gâyet-ül-emânî fî tefsîr-i Seb’il-mesânî, 2- El-Kevser-ül-cârî alâ riyâd-il-Buhârî: Hadîs-i şerîf kitaplarının en kıymetlisi olan Sahîh-i Buhârî’ye yazdığı şerhdir. 3- Keşf-ül-esrâr an kirâat-il-eimmet-il-ahyâr, 4- Şerh-i cem’ul-cevâmî: Usûl-i fıkha dâirdir. 5- Aruz ilmiyle ilgili bir kasîde.
ŞEHZÂDE DÖVEN HOCA!
Sultan İkinci Murâd Han, oğlunun (Fâtih’in) yetişmesi ve eğitilmesi için pek çok âlimi ona hoca olarak göndermişti. Fakat şehzâde Mehmed, zekî ve celalli olduğundan, giden hocalar onu bir türlü derse yanaştıramamıştı. Bu sebeble pâdişâh ikinci Murâd Han, oğlunu yetiştirecek heybetli bir muallim arıyordu. Molla Gürânî’nin heybetli ve vakur bir âlim olduğunu görerek onu bu işe tâyin etti. Oğlunun iyi bir eğitimden geçmesini istediğini söyleyip, gerekirse dövebileceğini de işaret etti. Bunun Üzerine Molla Gürânî, Manisa’ya gönderildi. Molla Gürânî, şehzâde Mehmed’in (Fâtih’in) yetişmesi için ders vermeye başladı. Gördüğü gevşeklik karşısında, vakur ve sert tutumuyla, şehzâdenin hırçınlığını yatıştırdı. Hattâ ders sırasında; “Darabtühû te’dîben” (terbiye etmek, eğitmek için onu dövdüm) mânâsındaki Arabca cümleyi dil bakımından incelettirdi, tahlil ve tercüme ettirdi. Bu tutum karşısında şehzâde Mehmed derslere devam edip, kısa zamanda Kur’ân-ı kerîmi hatmetti ve ilim öğrendi. Pâdişâh ikinci Murâd Han, oğlu şehzâde Mehmed’in Kur’ân-ı kerîmi hatmettiğini öğrenince, çok sevinip, hocası Molla Gürânî’ye çok mikdârda hediye gönderdi.
Molla Gürânî, daha küçük yaşta iken kendi memleketinde ilk tahsilini yaptı. Bundan sonra Bağdâd, Diyarbakır, Hıms ve Hayfa şehirlerine ve on yedi yaşında da Şam’a gidip, tanınmış âlimlerin derslerine devam ederek ilmini arttırdı. Şam’dan Kâhire’ye gitti ve o devrin en meşhur âlimi İbn-i Hacer Askalânî’den hadîs ve fıkıh ilmine dâir eserler okudu. Bu hocasından okuduğu eserler arasında Sahîh-i Buhârî ve fıkıh ilminde meşhûr eserler vardı. Molla Gürânî bu minval üzere tahsilini tamamladıktan sonra; tefsir, kıraat, hadîs ve fıkıh ilimlerinde değerli bir âlim olarak yetişti. Yavaş yavaş tanınmaya ve Kâhire’deki medreselerde ders vermeye başladı. Memlûk Devleti hükümdar ve devlet ileri gelenlerinin kurdukları ilim meclislerine katılıp, münazaralara girdi. İlmi ve fesahati, güzel konuşmasıyla dikkat çekip tanındı. Hattâ Kâhire’de herkese açık bir ders de verdi. Dersini dinleyen âlimler, onun ilimdeki üstünlüğünü takdir ettiler. Sahîh-i Buhârî’yi gayet güzel bir maharetle okuttuğunu bizzat görüp şâhid olan hocası İbn-i Hacer Askalânî ona icazet verdi. Bundan sonra hayâtının bir bölümünü Kahire ve Şam taraflarında geçirip Anadolu’ya geldi. Anadolu’ya gelişi, hayâtında başka bir safha olmuştur.
Molla Gürânî’nin Anadolu’ya gelişi şöyle vuku bulmuştur: O devrin meşhur Osmanlı âlimlerinden Molla Yegân hacca gittiğinde, Kâhire’ye uğradı. Orada Molla Gürânî’yi tanıyıp, onun dîne bağlılığını ve ilimdeki yüksek derecesini görünce, Anadolu’ya getirmek istedi. Lütuf ve iltifat göstererek beraber gelmesini söyledi. O da bu teklifi kabul ederek, Molla Yegân ile birlikte geldi. Meşhur âlim Molla Yegân, hacdan döndüğünde sultan İkinci Murâd Han’ın otağına gidip, bir sohbet yaptı. Sohbet sırasında Pâdişâh; “Gezip gördüğün yerlerden bize ne armağan getirdin” diye sordu. Bunun üzerine Molla Yegân; “Tefsir, hadîs ve fıkıh ilminde iyi yetişmiş bir âlim getirdim” diyerek hiçbir milletin kültür târihinde görülmeyen durumu bildirdi. “Şimdi nerededir?” deyince; “Dışarıda beklemektedir” cevâbını verdi. Bunun üzerine Pâdişâh, onu içeri getirmelerini söyledi. Molla Gürânî içeri girip selâm verdi. Sohbet sırasında Molla Gürânî’nin konuşması ve hâli, Pâdişâh’ın hoşuna gitti. Onu hemen dedesi Murâd-ı Hüdâvendigâr Gâzi’nin eski kaplıcadaki medresesine müderris olarak tâyin etti. Daha sonra da Yıldırım Medresesi’ne müderrislikle vazifelendirildi. Bir müddet de bu vazifede kalan Molla Gürânî, sultan İkinci Murâd Han’ın oğlu şehzâde Mehmed’in, yâni Fâtih’in yetiştirilmesi ile görevlendirildi.
Fâtih Sultan Mehmed Han’ın, yetişmesinde, Molla Gürânî’nin büyük emeği geçti. Bu bakımdan Fâtih, şehzâdeliğinden beri hocasını çok sever, saygı ve hürmette kusur etmezdi.
Babası ikinci Murâd’dan sonra tahta geçen Fâtih Sultan Mehmed Han, Molla Gürânî’yi vezir yapmak istedi. Molla Gürânî bu teklifi kabûl etmeyip; “Huzurunuzda, size devlet işlerinde çok hizmet edenler vardır. Onların ciddî çalışmaları; vezirliğe, sadrâzamlığa kavuşmak ideallerine bağlıdır. Veziriniz onlardan başkası olursa, kalbleri muğber olur ve sultânımıza zarar gelir” dedi. Sultan bu sözü beğendi ve onu kazasker yapmak istediğini bildirince, bunu kabul etti. Ayrıca müderrislik görevini de yürüttü. Daha sonra, evkaf idaresi ve kâdılık vazîfesi ile Bursa’ya gönderildi. Bursa’da bir müddet hizmet etti. Daha sonra bâzı sebeplerle Anadolu’dan ayrılıp, Mısır’a gitti.
Molla Gürânî Mısır’a vardığında, Mısır sultânı Kayıtbay’dan tam bir kabul ve pek çok ikrâm, hürmet gördü. Bir müddet sonra Fâtih Sultan Mehmed Han, Mısır sultânı Kayttbay’a, Molla Gürânî’yi göndermesini rica etti. Kayıtbay, Fâtih Sultan Mehmed Han’ın bu ricasını Molla Gürânî’ye bildirerek; “Gitme, ben sana onunkinden daha çok ikrâm ve ihtiram ederim” dedi. Molla Gürânî; “Evet inanıyorum, sizden çok fazla ikrâm gördüm. Ancak, benimle onun arasında baba ile oğul arasındaki gibi büyük bir sevgi vardır. Aramızdaki bu hâdise ise, bir başka şeydir. Bu sebepten tabiî olarak ona meyledeceğimi bilir, Eğer ona gitmezsem sizin tarafınızdan gönderilmediğimi zanneder ve aranıza düşmanlık girebilir” cevâbını verdi. Bu cevâbı çok beğenen sultan Kayıtbay kendisine çok para ve yolda lâzım olabilecek eşyaları verip, büyük hediyelerle Fâtih Sultan Mehmed Han’a gönderdi.
Molla Gürânî İstanbul’a gelince, Sultan ona çok hürmet gösterip, ikinci defa Bursa kâdılığına, sonra yeniden kazaskerliğe tâyin etti. Müderrislik ve eser yazmakla meşgul olan Molla Gürânî, 1480 (H. 885) senesinde şeyhülislâmlık makamına getirildi. Fâtih Sultan Mehmed Han ona; maaş, hizmetçi ve diğer yardımları yanında pek çok hediye vererek, ikrâm ve hürmet gösterdi. Sekiz sene şeyhülislâmlık yaptı ve hakka, adalete uymakta titizlik göstererek, gayet güzel bir şekilde vazifesini yerine getirdi.
Fâtih Sultan Mehmed Han’a çok nasihat eder, işlerinde yardımcı olurdu. Ona karşı duyduğu samîmi sevgi ve alâka sebebiyle, yeri geldikçe tenkîd etmekten, uyarmaktan çekinmezdi. Hattâ giydiği ve yediği şeylere dikkat etmesinde, dâima dînin emirlerine uygunluk isterdi. Nasîhatlerini sert sözlerle söylemekten çekinmezdi.
Molla Gürânî; heybetli, vakur, sarsılmaz bir ilim haysiyet ve ahlâka sâhib idi. Uzun boylu, doğru ve açık sözlü idi. Vezirleri adlarıyla çağırır, Sultan’ın huzuruna girince, yüksek sesle selâm verip müsâfeha yapardı. Davet edilmedikçe ve bayram günlerinden başka zamanlarda saraya gitmezdi.
Müderrislikten resmen ayrıldıktan sonra da ilim öğretmeye devam etti. Pek çok âlim yetiştirdi. Günlerini ders vermek, kitap yazmak ve ibâdetle geçirirdi. Çok hayır ve hasenat yapmıştır. Vakıf olarak; dört câmi, bir dârülhadîs medresesi ile bir hamam ve binalar yaptırmıştır.
Molla Gürânî, vefât ettiği senenin bahar mevsiminde bir bahçe satın aldı. Kışa kadar o bahçede kaldı. Vezirler haftada bir bu bahçeye ziyaretine gelirlerdi. Kış geldiğinde iyice hâlsizleşti. İstanbul’daki konağına göçtü. O günlerde sabah namazını kıldıktan sonra, kendisine bir yatak hazırlanmasını istedi. Yatak hazırlandı. Kuşluk namazını kıldıktan sonra kıbleye dönerek, sağ yanı üzerine yattı. O gün, kendisinden Kur’ân-ı kerîm ve kıraat ilmini öğrenen hafızların, yanında toplanmasını istedi. Bu arzusu yerine getirildi. Yanına toplanan talebelerine; “Üstünüzde olan hakkımı ödeme zamanı bu gündür, ikindi vaktine kadar benim üzerime Kur’ân-ı kerîm okumaya devam ediniz, ikindiden fazla uzamaz” dedi. Talebeleri, Kur’ân-ı kerîm okumaya başladılar. Durumu öğrenen vezirler de yanına geldi. Bunlar arasında bulunan Dâvûd Paşa, Molla Gürânî hazretlerini çok sevdiği için hâlini görünce dayanamayıp, ağlamaya başladı. Molla Gürânî bu hâli görünce; “Niye ağlar durursun ey Dâvûd!” dedi. Dâvûd Paşa; “Sizi böyle zayıf görünce kendimi tutamadım” cevâbını verdi. Bunun üzerine; “Ey Dâvûd! Kendi hâline ağla! Ben dünyâda rahat ve huzur içinde yaşadım. Allahü teâlâdan ümîdim odur ki, ömrümün sonunda ve son nefesimde de selâmet üzere olurum” dedi. Sonra vezire dönüp; “Benden Bâyezîd’e (ikinci Bâyezîd Han) selâm söyleyin, namazımı bizzat kendisi kıldırsın ve borçlarımı, defnimden önce ödesin” dedi. Sonra; “Size vasiyetim olsun! Beni kabrin yanına koyunca, ayağımı tutun ve beni kabrin başına çekin, sonra kabre koyun” dedi. Öğle namazını îmâ ile kıldı. Sonra; “İkindi ezanı ne zaman okunacak?” dedi. İkindi vakti gelince, müezzinin ezan okumasını bekledi. Müezzin, Allahü ekber diye ezan okumaya başlayınca, Molla Gürânî hazretleri; “Lâ ilâhe illallah…” diyerek vefât etti.
Sultan ikinci Bâyezîd Han, namazında bulundu ve borçlarını ödedi. Cenaze namazı çok kalabalık olup, İstanbul ahâlisi bu büyük âlimin vefâtına ziyadesiyle ağladı. Cenazesi kabrin başına getirilince vasiyetine rağmen kimse ayağından tutup çekmeye cesaret edemedi. Cenazesini bir hasır ile kabrin yanına çektiler ve kabre indirip defnettiler.
Arabca kaynaklarda, Diyâr-ı Rum yâni Anadolu’nun âlimi olarak zikredilen Molla Gürânî, kıymetli eserler yazmış olup, eserleri şunlardır: 1- Gâyet-ül-emânî fî tefsîr-i Seb’il-mesânî, 2- El-Kevser-ül-cârî alâ riyâd-il-Buhârî: Hadîs-i şerîf kitaplarının en kıymetlisi olan Sahîh-i Buhârî’ye yazdığı şerhdir. 3- Keşf-ül-esrâr an kirâat-il-eimmet-il-ahyâr, 4- Şerh-i cem’ul-cevâmî: Usûl-i fıkha dâirdir. 5- Aruz ilmiyle ilgili bir kasîde.
ŞEHZÂDE DÖVEN HOCA!
Sultan İkinci Murâd Han, oğlunun (Fâtih’in) yetişmesi ve eğitilmesi için pek çok âlimi ona hoca olarak göndermişti. Fakat şehzâde Mehmed, zekî ve celalli olduğundan, giden hocalar onu bir türlü derse yanaştıramamıştı. Bu sebeble pâdişâh ikinci Murâd Han, oğlunu yetiştirecek heybetli bir muallim arıyordu. Molla Gürânî’nin heybetli ve vakur bir âlim olduğunu görerek onu bu işe tâyin etti. Oğlunun iyi bir eğitimden geçmesini istediğini söyleyip, gerekirse dövebileceğini de işaret etti. Bunun Üzerine Molla Gürânî, Manisa’ya gönderildi. Molla Gürânî, şehzâde Mehmed’in (Fâtih’in) yetişmesi için ders vermeye başladı. Gördüğü gevşeklik karşısında, vakur ve sert tutumuyla, şehzâdenin hırçınlığını yatıştırdı. Hattâ ders sırasında; “Darabtühû te’dîben” (terbiye etmek, eğitmek için onu dövdüm) mânâsındaki Arabca cümleyi dil bakımından incelettirdi, tahlil ve tercüme ettirdi. Bu tutum karşısında şehzâde Mehmed derslere devam edip, kısa zamanda Kur’ân-ı kerîmi hatmetti ve ilim öğrendi. Pâdişâh ikinci Murâd Han, oğlu şehzâde Mehmed’in Kur’ân-ı kerîmi hatmettiğini öğrenince, çok sevinip, hocası Molla Gürânî’ye çok mikdârda hediye gönderdi.